The Substance: Olduğun Kişi Yetmiyorsa, Kim Olursun?
Beden, benlik ve bölünme üzerine bir film ve içsel hesaplaşma
The Substance, sadece bir beden dönüşüm hikâyesi değil; aynı zamanda bir benlik bölünmesi, yetersizlik hissi ve toplumsal bakışla içselleştirilmiş ideal arasındaki çatışmanın beden üzerinden anlatıdığı metaforik bir tablo sunuyor bizlere.
Filmin ana karakteri, 50’li yaşlarında bir televizyon yıldızı. Kariyeri boyunca bedeninin görüntüsüyle var olmuş, kamusal alanda arzulanır ve beğenilir olarak kalabilmek üzerine inşa edilmiş bir kariyer yolculuğu mevcut. Ancak yaş alması ve biyolojik etmenlerin bedeninde yarattığı değişimlerle birlikte artık “istenmeyen” ve “işlevsiz” bir bedene sahip olduğu algısını hem dış dünyadaki izleyicilerden, hem de kendi iç dünyasının yankılarından duymaya başlıyor. Vücuduna gelen yoğun eleştirilerden dolayı işinden atılıyor, ve sistemin onu dışladığı düşüncesi ile başbaşa kalıyor. Bu noktada, devreye “The Substance” adında bir madde giriyor. Bu maddeyi düzenli kullanarak kendisinin daha genç, daha çekici, daha arzulanır bir versiyonuna dönüşme imkânı elde ediyor. Kısacası fiziksel olarak “ideal” göründüğü bir versiyona dönüşebileceği bir beden sunuyor. Bu madde ana karakterimize başlarda çok cazip gelirken, ilerleyen süreçlerde bu maddenin onu özgürleştirmekten çok böldüğüne şahit oluyoruz.
Çünkü “ideal” olanın bedeli, gerçek benliğin sessizce silinmesi oluyor.
Başkasının gözünden kendine bakmak: İçselleşen Yetersizlik
Ana karakterin hikâyesi, toplumun kadın bedeni üzerindeki taleplerinin içselleştirilmiş haliyle başlıyor. Artık “yaşı geçmiş”, “eskimiş”, “ekranda görmek istenmeyen” biri olarak kategorize edilen bedeni, sektörel ve sosyal bir dışlanma meselesinin de ötesine geçmeye başlıyor. Kişisel bir yaraya dönüşen bu mesele, ana karakterin zamanla kendisinden de uzaklaşarak kendi varlığına tıpkı dış gözler gibi eleştirel, küçümseyici ve dışlayıcı bakmasına yol açıyor.
Zamanla dış dünyanın sesleri içselleşiyor. “Sen yeterince güzel değilsin.”, “Senin devrin kapandı.”, “Sen artık arzulanan bir yıldız değilsin.” gibi yankılar, yavaş yavaş içsel diyaloğun büyük bir parçasını oluşturuyor. Benliği ve varlığı, kendisine yeterli hissettirmiyor ve iç dünyası çok sıkışmış bir hale geliyor.
Psikolojik bağlamda baktığımızda, yetersizlik hissi yalnızca dışarıdan gelen bir hissiyat değildir. Bu mesajlar zamanla içselleşir, ve kişinin kendi sesinden ayırt edemediği bir iç sesi haline gelir. Bunun sonucunda kişi, kendi gözündeki benliğini yavaş yavaş yitirerek kendisine, bir başkasının gözünden bakmaya başlar.
Filmin sunduğu “ideal beden”, bu içselleştirilmiş bakışın nihai ürünüdür.
Güzel, genç, pürüzsüz, arzulanır… Ama aynı zamanda köksüz, bir geçmişi ve hikayesi olmayan bir beden. Yani ana karakterimizin kendi benliğinden ve beraberinde kendisini iyi hissettiren bir çok şeyi barındıran bütünlüğünden tamamen uzaklaşmış bir beden.
Bu içselleşme sürecinin kökeni yalnızca bugünün koşullarında değil, erken dönem ilişkilerimizde benlik algımızla ilgili bize daha büyük ipuçları verecektir. Özellikle erken yaş bakıverenlerimizin tutumları, onaylayıcı ya da eleştirel sesleri, çocuğun gelişen ve yetişkinliğe taşınan benlik algısındaki temel belirleyicilerden olur. Eğer bir çocuk, değerli ya da yeterli olduğuna dair tutarlı bir deneyim yaşayamazsa; ilerleyen yaşlarda dış dünyanın eleştirileri onun için yalnızca dışsal yorumlar değil, zaten içinde taşıdığı ve tanıdığı bir “iç ses”in yeniden uyanışı olur. Dış dünyadan gelen her yorum, bir boyut ötedeki yaraya sürekli bir temas halinde olur. Bu sebeple yetersizlik hissi, yalnızca sosyal bir problem değil; geçmiş ile bugün arasında uyandırıcı bir köprü kuran duygusal bir sürekliliktir.
İdeal benlik: Arzu mu Yok Oluş mu?
Psikodinamik kuramda “ideal benlik”, bireyin olmak istediği, ulaşmayı arzuladığı benlik hali olarak tanımlanır. Ancak bu ideal, nadiren kişinin içsel gelişiminden beslenir. Burada besleyici çoğu zaman dışsal beklentiler, toplumsal normlar ve onay sistemidir.
Birey, toplumun ve yakınındaki bireylerin övdüğü, yücelttiği özellikleri kendi arzusu yerine koyarak benimseyebilir. Bu arzular genellikle tek bir anlamı ve gerçekliği olmayan güzel olmak, genç olmak, başarılı olmak gibi soyutlardan beslenir. Gelişen dünya ile bu arzuların somutlaşarak bir “tek”e çıkarılması ise, durumu iyice kompleks bir hale getirir. Çünkü bireyler sürekli topluma ve gelişen koşullara göre revize olan ve belirli sınırları olmayan bir idealin peşinde olacaklardır. Ayrıca ideal benliğe yaklaşıyor olmak kulağa güzel gelebilir. Ancak ideal benliğe yaklaşırken ve benlik doğrumuzda o yönde ilerken, kendi benliğimizden ne kadar uzaklaşırız?
The Substance, tam da bu çelişkiyi beden üzerinden görünür kılıyor. Ana karakter, bir süreliğine “ideal benliği”ne kavuşuyor: gençtir, güzeldir, görünürdür, beğenilirdir.
Ama bu yeni beden, ona kendini ait hissettirmez. Tam tersine, bu ideal form, iç dünyasında bir yabancı gibi durur. Aynaya baktığında gördüğü kişi o değildir; daha çok, olması gerektiği söylenen biri gibidir. Ve zamanla bu “ideal” bedenin içinde bir boşluk belirir — kimliğin susturulmuş parçalarının yankılandığı, aidiyet duygusunun olmadığı bir boşluk. Çünkü gerçek benlik, ideal uğruna bastırıldığında yok olmaz; sadece konuşamaz hale gelir.
Gerçek iyileşme: Dönüşüm müdür, Bütünleşme mi?
Filmdeki madde, bir seçeneği veya fırsatı değil; neredeyse bir zorunluluğu temsil eder.
Toplumsal bakış öylesine katı, öylesine dışlayıcıdır ki, karakterin “kendisi gibi kalma” ihtimali artık yok gibidir. Ya dönüşecek… ya da silinecektir.
Bu ya hep ya hiç hali, günümüzde de hepimizin içinde taşıdığı baskının sinematik karşılığı değil mi?
Kadın olmak, erkek olmak, belirli bir yaşa gelmek, o yaşın gerekliliklerini fiziksel ve zihinsel olarak yerine getirmek, bedenin ve koşulların sürekli olarak değişmesi… Filmde baş kahramanımız olan kadın için tüm bunlar sistemin gözünde görünmezliğe eşdeğer hale gelirken, o da bu görünmezliğe karşı savaşmak zorunda kalır. Ama bu savaşın en harlı anı, dışarıyla değil, kendiliği ile olur. Ve bu savaştan geriye, parçalanmış bir benlik kalır.
The Substance, “ideal olmak” uğruna verilen bu mücadelenin sonunda, kişinin kendinden ne kadar uzaklaşabileceğini çarpıcı bir dille anlatıyor.
Ama asıl soruyu sona saklıyor:
Kendini kaybederek kazandığın şey, gerçekten sana ait mi?
Benlik, yalnızca beğenilen, iyi hissettiren yanlarımızdan oluşmaz. Zayıflıklarımız, yaş aldıkça değişen bedenimiz, kırılganlıklarımız da o bütünü oluşturur. Onlar da “ben”e ait parçalardır. Gerçek dönüşüm, bu parçaları reddetmeden; onların da işlevsel gördüğümüz parçalarımızla bir uyum içerisinde olduğunu kabul ettiğimizde ve kucaklayabildiğimizde başlar. Bu parçaları silerek, yok ederek veya sistemimizden dışarı atarak değil, kalan parçalarımızla bütünleştirerek dönüştürebildiğimizde gerçek bir iyi hissetme halinden söz edebiliriz.