sanatın terapisi
Sanat terapisi kavramı son yıllarda popülarite kazanmış gibi gözüküyor olsa da, bu kavramın köküne indiğimizde Bergama’ya bir yolculuğa çıkıyoruz. Zeus Tapınağı’nın da bulunduğu Eskülap adında eski bir yerleşkede bulunan bir antik tiyatro, sanat terapisinin çıkış noktasıymış. Bu antik tiyatroda gerçekleşmiş olan sanatsal etkinlikler, sanatın tarihte ilk kez iletişim ve rahatlama amacıyla kullanıldığına işaret ediyor. İletişimin belirli duygu ve düşünceleri açıklamak için yeterli olmadığı anlarda sanat, ruh ile sembolik iletişim kurma yöntemi olarak kullanılıyor.
Sanat terapisinin genel amacı her yaştan bireyin psikososyal, bilişsel ve mental sağlığını destekleyebilmek ve daha ideal bir seviyeye ulaştırabilmektir. Bu bağlamda sanat, insanların iç ve dış çatışmalarını çözebilmeyi, kişinin kendisiyle ve çevresiyle ilişkisini geliştirebilmeyi, davranışları kontrol altında tutabilmeyi, benlik saygısını aşılayabilmeyi ve bireyin iç görüsünü arttırabilmeyi hedefler. Öznel iyi oluş gayesinin yanı sıra; kişilik ve davranış bozuklukları, depresyon, kaygı bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu gibi birçok psikolojik sürece de destek terapisi niteliğinde eşlik eder. Bunları gerçekleştirirken ise sanatın yansıtıcılığına, saklanmış olanı ortaya çıkarıcılığına ve iyileştiriciliğine başvurulur.
Sanatçı, üretirken iç dünyasıyla ve benliğiyle baş başadır. Sanatına aktarım yaparken biçim kaygısından uzaktır, iç dünyasını fark etmeksizin dış dünyaya taşıyarak aktarım yapar. Sanat ile terapinin merkezinde dürtülerin ve fantezilerin sanatsal öğelerle somut formlara çevrilmesi yatar (Göktepe, 2015.)
Freud’a göre sanatçı, baskı altında tuttuğu dürtülerini, düş gücü ve imgeleme ile doyuma ulaştırmaya çalışır ve bunun içinde öğrendiği teknik ve beceri yoluyla, bu imgelerini, bu düşüncelerini aktarır ve böylece bilinçli ve bilinçdışı gizledikleri hem yüceltilmiş, hem de biçim değiştirmiş ve doyuma ulaşmış olur. (Çelikbaş, 2019). Bu bağlamda görsel semboller ve imgeler en açık iletişim yolu olarak görülür. Bireyin bastırılmış duygu ve düşünceleri veya kelimelere herhangi bir iletişim yoluyla dökemedikleri, sembollerin ve imgelerin gücüyle ortaya dökülür. Ortaya dökülenlerin yaratıcı süreci, sanat terapisinin ilk aşamasıdır. Sonrasındaki aşama ise, yaratılan anlamın keşfedilmesi ve bu anlamın kişisel boyutta değerlendirilmesidir.
Sanatın bildiğiniz üzere sayısız alt dalı bulunur. Sanatla terapi yaklaşımında da bu alt dalların birçoğundan faydalanılmaktadır. Bu dallardan sanat terapisinde yaygın olarak uygulanılanlardan bir tanesi ‘Müzik Terapisi’dir. Müzik terapisinin çıkış noktasına indiğimizde Selçuklu ve Osmanlı Dönemi’ne rastlarız. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Darüşşifa’da bulunan hastaların tedavilerinin su sesi kullanarak yürütüldüğünden söz eder. Günümüzde alandaki verileri incelediğimizde, müziğin terapötik dokunuşlarının insan ruhuna iyileştirici etkisi olduğunu görüyoruz. Amerika’da bir hastanede yürütülen bir araştırmanın sonuçları; tedavisine müzik terapisiyle devam eden hastaların, etmeyen hastalara oranla anksiyete değerlerinde ciddi azalmalar meydana geldiğine işaret ediyor (Chlan, 2013).
Aynı şekilde görsel sanatların iyileştirme gücüne bakalım. Bugüne kadar üretilmiş olan her sanat eserinde görünenin altında yatan farklı bir anlam vardır. Aklımıza çok sevdiğiniz bir tabloyu getirelim. Bu tabloyu bazen ait olduğu akımın estetiğinden veya renk tonlarından, bazen oluşturulmuş kompozisyondan, bazen ise anlatılmak istendiğini düşündüğümüz hikayede kendimizden parçalar bulduğumuzdan ötürü severiz. Kendimize göre anlamlar şekillendirdiğimiz bu tabloyu değerlendirirken, sanatçının eserine yüklediği anlamı da incelemeyi es geçmeyelim. Bu anlamın içine sıkışmış alt unsurları düşünelim.
Bir sanat eserinin oluşumunda sanatçının kişiliğinden parçalar buluruz, sanatçının bilinçaltının meydana getirdiği birleşimlere şahit oluruz ve sanatçının içerisinde yaşadığı ortamdan ne denli etkilendiğini de keşfetmeye fırsat buluruz. Bahsedilen unsurları oto-portrelerden yola çıkarak somutlaştırmaya çalışmak mümkündür.
Çok sayıda oto-portre çalışması bulunan usta sanatçı Vincent Van Gogh’un çalışmalarına bir göz atalım. Bu çalışmalarda birtakım ifade farklılıklarına rastlarız, hiçbiri ötekisi ile benzeşmez. Her çalışmasına farklı duygular yükleyişi, içerisinde bulunduğu çevreden ve düşünce bulutlarından etkilenişi ve ön plana çıkarmak istediği karakter özelliğini yansıtışı bu portrelerdeki farkılılıkları oluşturur. Çeşitli psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip olduğunu bildiğimiz sanatçı, kardeşi Teo’ya gönderdiği mektuplarda zihnini sanata dökmenin ona ne kadar iyi geldiğinden bahsediyor. Ünlü eserlerinden birini tamamladığı bir dönemde yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Resim yapmak beni iyileştiriyor, iyileşmem için gerekli.” (Coşkun, 2018).
Van Gogh gibi birçok sanatçının üretkenliklerinin altında yatan motivasyon, sanatla kurulan terapötik bağ ve ruhsal beslenmenin birleşimi olarak tanımlanabilir. Bu noktada sanatla kurulan bağın bireyin ilerlemesi için iyi bir motivasyon kaynağı olduğunu görürüz.
Duygu ve düşüncelerin sanatla dışavurumunun en iyi örneklerinden bir diğer sanatçı: ‘Yayoi Kusama’dır. Avangart sanatın en büyük temsilcilerinden olan Kusama, 1929 Japonya’sında dünyaya gelmiş. Minimalist ve feminist sanata yön veren isimlerden biri.
Kusama, 10 yaşındayken bahçedeki çiçeklerin kendisiyle konuştuğu halüsinasyonlar görmeye başlamış. Kısa bir süre sonra duvarların ve objelerin üstündeki benek desenlerinin de hareket edip kendisiyle konuşmaya başladığını fark etmiş. Gördüklerini resme dökerek ise bu durumun üstesinden gelmeye çalışmış. Sanatçının aile yaşantısı da oldukça çalkantılı. Babasının çok çapkın olduğu, düzenli olarak başka kadınlarla birlikte olduğu; annesinin ise Kusama’yı küçük yaşından itibaren babasının çapkınlıkları takip eden bir ajan olarak görevlendirdiği biliniyor. Bu ajanlık görevinden bir hayli rahatsız olan Kusama’nın ileri yetişkinlik döneminde cinsellikle ilgili sıkıntılar yaşadığı, bu konunun onun için hep travmatik olduğu röportajlarında aktarılmış.
Kusama’nın sanatında bilinçaltında yer edinen bu nesne ve olaylarla karşılaşıyoruz. İlerki yaşamında onun için obsesif bir kıvama gelmiş benekler, sanatçının neredeyse her eserinin bir parçasını oluşturuyor. Kusama’nın benekleri kendisiyle o kadar özdeşleşmiş ki kıyafet seçimlerinde dahi benekleri tercih ettiğini görüyoruz. Kendisi için bir diğer halüsinatif öge olan çiçek motiflerine de eserlerinde rastlıyoruz, ancak eserlerine yansıtılmış iç dünyası sadece bunlarla sınırlı değil. Ebeveyn ilişkilerinde yaşadığı problemlerin tohumlarını da tablolarında yakalamak mümkün. ‘Cinsellik’ travmatizasyonu, sanatsal dışavurumunda birtakım cinsel örüntüler ile kendini belli ediyor. Çıplak kadın figürlerinin üzerlerine benekler yerleştirdiği çalışmalar, sanatçının iç dünyasında bu fikirlere yüklediği anlamlar bağlamında dikkatimizi çekiyor.
Kusama, bu çalışmaları sürdürürken her daim sanatın ona ne kadar iyi geldiğini belirtmeyi ihmal etmiyor. Üretmenin, içini renklere ve motiflere akıtıyor olmanın onun için bir ‘kurtuluş’ niteliğinde olduğunu şu sözleriyle aktarıyor: “Sanat gördüğüm, yaşadığım olumsuz şeylerden kurtulmak için bir araçtı, bir yoldu, yöntemdi ve kurtuluştu. Bu yüzden sürekli çizdim, boyadım ve yazdım.” (Çelikbaş, 2020).
Sanatın hayatındaki yerini ise şöyle ifade ediyor: “Bir gün, masanın üzerinde kırmızı çiçekli bir masa örtüsü gördükten sonra bakışımı tavana doğru çevirdim. Orada da, tavanda ya da kirişte ve vitrinin üzerinde olduğu gibi kırmızımsı çiçekler vardı. Tüm oda, tüm bedenim ve tüm evren onlarla doldu; sonsuz bir zamanın ve kati bir mekanın içerisinde benim varlığım da bir indirgeme bir geri dönüş gibi kendisinin yok oluşuna doğru gidiyordu… Donakaldım. Resim yapmak hayatta kalmamın tek yoluydu. Aksi durumda beni saran bir ateş vardı… Ancak onların temsili ile bir yük olan hayatımın ne olduğunu anlayabildim. Benim hayatım yük olan o milyonlarca partikülün içinde bir noktaydı.”
Sanat iyileştiricidir. Ürettikçe iyileşiriz, iyileştikçe daha çok üretiriz. Sizlere de ağzınızdan dökülemeyenleri sanatınıza dökebildiğiniz bir hafta diliyoruz!
-Uzman Klinik Psikolog Zeynep Temel